[vc_row full_width=”stretch_row_content_no_spaces”][vc_column][vc_single_image image=”1458″ img_size=”full” alignment=”center” lazy_loading=”true”][/vc_column][/vc_row][vc_row][vc_column][ultimate_heading main_heading=”Oyunun Başlatıcısı ve Kaybedeni Olarak Çiftçiler: Neden, Nasıl, Nereye?” alignment=”left” main_heading_margin=”margin-bottom:40px;”][/ultimate_heading][/vc_column][/vc_row][vc_row][vc_column width=”3/4″][vc_column_text]

Gıdaya erişmek, bizim olduğu kadar atalarımız için de sorundu. Binlerce yıl boyunca beslenmek için otları toplayıp, hayvanları avladık. İlk zamanlar kaynaklar çok, nüfus azdı. Zamanla besine ulaşmak daha da zor bir hal aldı. Bu sefer, izini sürdüğümüz otlar ile hayvanları, yaşadığımız yerde yetiştirmeyi öğrendik. Hayvanları korunaklı alanlara kapattık; buralarda, eskiden olduğu gibi beslenmeye devam edebilsinler diye, yedikleri otu çevrelerine ektik. Bir gün, kuşların toprağın altına sakladıkları tohumların üzerinde bitkiler çıktığını gördük. Böylece tarım yapmaya başladık.

Bugün tükettiğimiz gıdanın büyük kısmı tarımsal ürünlerden geliyor. Tarımın ana aktörü ise, hala büyük oranda çiftçiler. Çiftçiler bilge insanlar… Onlar, bugün içinde yaşadığımız toplumun ilk örneklerini inşa ettiler. Yerleşik yaşam onlarla başladı. Nerede, ne yetiştirilir; en iyi kalitede ürünü verebilmek için toprak ne ister, yerel tohumlar nasıl korunur? Bütün bunların bilgisi çiftçilerde birikti, nesilden nesile aktarıldı. Bin yıllar oldu, kaynaklar azaldı, nüfus arttı, sanayi devrimi gelip geçti, savaşlar patladı, teknoloji ve bilim yeni imkanlar keşfetti. Ancak çiftçilerin oyunun başlatıcıları olarak sahip oldukları rol, değerinden çok az şey kaybetti.

Çiftçi toprağa can, soframıza bereket veriyor; ekonomiyi, kültürü büyütüyor. O kazandığında tarım güçleniyor; hem tüketici doyuyor hem ülke kalkınıyor. Onun mutluluğu, tüketicinin mutluluğunu da doğrudan etkiliyor.

Gelgelelim, bu çok önemli konumuna rağmen çiftçimiz kendini geçindirmenin ötesinde, toplum ve gelecek için değer üretemiyor; işini, gözü arkada kalmadan çocuklarına teslim edemiyor. Yapılan araştırmalar da bu tatminsizliği açıkça ortaya koyar nitelikte: Görüşülen çiftçilerin yüzde 45’i, tarım ile para kazanılamayacağı konusunda hemfikir; yüzde 30’u ise ekim alanlarını ve yatırımı azaltmış. Yüzde 41’inin söylediğine göre, kendilerinden sonra üretimi devralacak kimse yok. [1]

Peki bu sıkıntıların kaynağında ne var?

Birinci sıraya, plansızlık ile bilgi ve öngörü eksikliğini yazabiliriz. Malum, bilmediğimiz, üzerine düşünüp içselleştirmediğimiz şeyden çekinir, geri dururuz. Tarım varlığımız ile değerlerimiz hakkında da yeterli farkındalık ve bilgimiz yok; doğru kullanım ve işleme yöntemlerini tanımıyoruz. Teknolojiyi çoğunlukla doğanın karşısında görüyor, geleneksele alternatif imkanlara mesafeli duruyoruz; girdi kullanımında bilinçsiz, yenilikçi yaklaşımlarla ilgili önyargılıyız.

Üretim seçenekleri hakkında bilgi sahibi olmak; toprak durumu, iklim şartları, teknolojinin çevreyle dost imkanlarını hakkıyla değerlendirebilmek, ürünlerin kalitesi ve verimliliğini doğrudan etkileyen bir unsur. Tarlada doğru yöntemleri seçemediğimizde,  düşük ve yanlış mekanizasyon kullandığımızda, sulamayla ilgili yetersiz kaldığımızda ya da iklim değişikliğinin etkilerine karşı çözüm üretemediğimizde, verim kaybı yaşıyoruz. Ve bu kayıplar, hem bitkisel hem de hayvansal üretimde çiftçinin maliyetini önemli oranda artırıyor.

Çiftçimiz şüphesiz ki, toprağa ve tarıma dair çok kıymetli deneyimlere sahip ancak içinde yaşadığımız bilgi çağı, gerçekçi öngörülerde bulunabilmek için tecrübe ve hislerin yanında pek çok başka veriyi de değerlendirmeyi zorunlu kılıyor. Öte yandan, ileri görüşlü tavır alabilmek için, yeniliğe açık zihinle çalışmak gerekiyor. Öyle ki, dünyada üretilen güncel uzmanlık ve tecrübeye kulak vermeden başarmak çok zor. Türkiye’deki üreticiler ise bırakın dünya trendlerini, en basit mesleki bilgiye ulaşmakta bile güçlük çekiyorlar.

Çiftçinin ürününün elinde kalmaması için toplam tüketimi bilmesi çok önemli. Diyelim,  çok sayıda inek aldı ve aslında talep edilenden çok süt sağdı. Ne olur? Ürünü elinde kalır ama piyasadaki günlük süt tüketimini öngörebilirse, en baştan harcamasını bu doğrultuda yapabilir.

Tek başına bilmek de yeterli değil; gıdanın tedarik sürecindeki sanayici, dağıtıcı ve satıcıların rolleri ile, sürece etkilerinin önceden iyice hesaplanıp plan ve koordinasyon içinde hareket edilmesi de çok önemli. Çünkü çiftçi, sanayici ve tüketicinin sorunları birbirinden ayrı değil, aksine birbirini besliyor ya da oluşturuyorlar. Öyle ki, tarımsal üretim sırasında ortaya çıkan bir sorun, gıdanın işlenme ve tüketim süreçlerinde de iz bırakıyor.

Verdiğimiz örnek üzerinden düşünmeye devam edelim: Sanayici günlük sütü, sağımdan dağıtıma sağlıklı ve besleyici tutmayı sağlayacak teknolojileri takip ederse, çiftçiyi de yeniliğe açık olmak konusunda teşvik eder. Bu teknolojiler uygulanıp yaygınlaştıkça, devlet süt üreticisini daha çok destekler; günlük süt tüketiciyle daha çok buluşur; piyasa canlanır.

Üreten, işleyen ve tüketenler olarak, kendi aramızda sürekli ve yapıcı bir iletişim olursa, birbirimizin ihtiyaç ve beklentilerinden de haberimiz olur. Sorunlarımızın aynı kaynaktan beslendiğinin farkına varır, o sorunu çözmek için güçlerimizi birleştiririz.

Hadi bir akıl yürütme daha yapalım: Diyelim ki, kamuoyunda işlenmiş gıdalarla ilgili asılsız bir bilgi yayıldı. Bu, endüstri kadar ve hatta belki daha büyük oranda çiftçinin üretimine darbe indirir. Bugün çiftçinin kazanamaması, yarın tüketicinin gıda enflasyonu ile baş başa kalması anlamına gelir.

Gıda enflasyonu demişken, çiftçiyi, dolayısıyla sanayiciyi ve tüketiciyi zincirleme olarak etkileyen bir başka önemli unsura, fiyat politikalarına değinmenin zamanı geldi. Fiyat politikalarındaki istikrarsızlığın ise, çiftçinin yaşadığı finansman kaygısı ile yakın bir bağı var.

Nasıl mı?

Bir kere çiftçinin ekip biçtiğini satıp kazanç sağlayabilmesi için cebinde para olması gerek. Malum, tarımsal üretim sıfırdan yapılamıyor; daha başlarken, mazottan gübreye, tohumdan ilaca, yemden hayvan materyaline kadar pek çok girdiyi hazır etmek gerekiyor. Türkiye’de bütün bunların fiyatları çok yüksek çünkü ülkemiz girdilerin büyük kısmını dışarıdan ithal ediyor. Yanı sıra, girdiler üzerinde yüksek vergiler mevcut. Böylece, döviz fiyatları arttıkça yükselen girdi fiyatlarına bir de, katma değer vergisi, özel tüketim vergisi gibi meblağlar ekleniyor.

Hal böyle olunca, üreticideki finansman kaygısı daha üretim kararı verilmeden başlıyor. Tarımda finansman, genel olarak devletin sağladığı hibeler ve bankaların verdiği krediler yoluyla sağlanıyor. Devlet çiftçiye verdiği girdi desteğinin yanı sıra, zirai kredi faiz sübvansiyonları (üreticinin, tarım kredi kooperatifleri, Ziraat Bankası gibi kurumlardan aldığı kredilerin faizlerinin bir kısmının devlet tarafından karşılanması), doğal afetlerde yapılan ödemeler, süt üretimini teşvik amaçlı prim ödemeleri gibi desteklerde bulunuyor.

İthal ürünlere karşı çiftçinin rekabet gücünü artırıp üretimini teşvik etmek, tüketicinin güvenilir, besleyici ürünleri uygun fiyata sahip olmalarını sağlamak bakımından bu desteklerin kıymeti büyük. Ancak yapılan desteğin yerini bulabilmesi, doğru zamanda, doğru oranlarda dağıtılmasıyla yakından ilgili. Böyle; çünkü üreticiyi desteklemenin en önemli hedeflerinden biri de, üretim planlaması yapabilmek. Matematik açık: Hangi ürünün daha çok üretilmesi arzulanıyorsa, ona daha çok destek verilir. Piyasada fazlaca bulunan ve üretimi teşvik edilmek istenmeyen ürüne daha az destek verilir veya hiç verilmez.

Böylece, hangi ürün en verimli şekilde nerede ve nasıl yetiştirilir, ticaret için en iyi nasıl değerlendirilir, bu konuda da bir strateji belirlenmiş, envanter çıkarılmış olur. akabinde bu ürün için gerekli teşviki belirleyerek üretim sürecini takibe alacak.

Türkiye’de bazı yıllar, üründe ekim ve hasat büyük oranda tamamlanmasına rağmen, destek oran ve miktarlarının hala açıklanmadığına tanık oluyoruz. Oysa çiftçinin bu haberi duymaya en çok ihtiyaç duyduğu dönem, özelikle ekim vakti. Ve bu haber gecikmesinin, onları bankaların tarım kredilerini kullanmaya yöneltmesi kaçınılmaz.

BDDK verilerine göre tarım sektörünün kullandığı kredi tutarı, 2017 sonu itibarıyla 88.2 milyar TL iken, 2018 sonunda 100 milyar TL barajını aşarak 102.7 milyar TL’ye ulaştı. Bu kredilerin yüzde 70’i kamu bankaları tarafından kullandırıldı.

Çiftçinin bankalardan aldıklarını üretime yansıttığını söylemek isterdik ancak öyle olmuyor; kullanılan tarım kredileri genellikle üreticinin önceden kalan borçlarını kapatmak için kullanılıyor. Kazancındaki istikrarsızlıktan yorulan çiftçi sonunda topraklarını elden çıkarmaya başlıyor.

Bütün bu süreci tetikleyen unsur olan yüksek girdi fiyatları, satışa çıkan ürünlerin etiketine de yansıyor.

Girdi fiyatlarının yüksekliği, ürünlerin etiketine de yansıyor. Bir de, ürün topraktan sofraya yolculuk ederken devreye kaç aracının girdiği konusu var. Aracılar ne kadar artar, yolculuk ne kadar uzarsa, fiyat da o kadar etkileniyor. Üstelik fiyatlardaki bu değişimin, çiftçinin kazancına da herhangi bir katkısı yok.

Bütün bu sorunları derinleştiren ve etkileri artık görmezden gelemeyeceğimiz noktaya ulaşan bir iklim değişikliğine değinmeden geçmeyelim. Uzmanlar, 10 yıl içinde iklim değişikliği kaynaklı verim kaybının yüzde iki civarında seyredeceğini söylüyorlar. Aslında 10 yıl beklemeye de gerek yok. Bu etkiler yüzünden halihazırda tarımsal üretimde bir azalma yaşanıyor zaten ve bu durum da, fiyat politikalarını etkileyen nedenlerden.

Binlerce yıl boyunca beslenmek için otları toplayıp, hayvanları avlayan atalarımızın kulakları çınlasın. Onların mı yoksa tarımı öğrenen bizlerin mi işi daha zor, kestirmek zor. Ancak bir şeyden eminiz: Oyunu başlatanlar çiftçilerdi fakat kazananları onlar değil. Ancak olmaları şart. Çünkü bir ülkede çiftçi mutlu değilse, ne dağıtıcı, ne sanayici ne pazarlayıcı ne de tüketici mutlu olabilir. Bunu anlamak için tarımı yeniden keşfetmeye gerek var mı? Belki de var.

[1] Çiftçinin Nabzı Araştırması, 2019; DOKTAR

[/vc_column_text][/vc_column][vc_column width=”1/4″][/vc_column][/vc_row]